2 Ocak 2012 Pazartesi

Juha (1999)

Dedim ya, demişimdir kesin, bi yönetmeni sevdiysem, obsesifleşiyorum, ürettiği her filmi izlemek istiyorum, ama işte dünyanın gailesi falan filan derken-yalan-Juha'yı yeni izleyebildim.





Sevgili Aki Kaurismäki'nin Kati'siyle çektiği yamulmuyorsam 9 filmden bir tanesi. Film baştan sona müzikli, konuşma yok, eski zaman filmleri gibi diyaloglar altyazı geçiyo, siyah beyaz, romandan devşirme hikayesi pektürkfilmizlerler için aşina: fakir kız, zengin adam, kandırıkçılık, pişmaniyet filan..Benim pek hazzettiğim bi yönetmen olunca filmdeki göndermelere tikkat kesildim, misal:

- Bi sahnede arkadaki tahtada "Arrest this men. Sam Fuller" yazmakta idi, cahildim, neydi bilmiyordum, bi de baktım ki Samuel Fuller  efsanenin önde gideniymiş, beybaba "I Shot Jesse James" i çekmiş ya la (o son çalgı çengiyi izlemeyecektim).Jesse James diyince aklıma Brad Pitt gelmesi de fena. Aslında Sam amca gayet senarist bi bünye, gani gani yazmış-çekmiş, birçok ismi etkilemiş, Tim Robbins ve Tarantino onun hakkında belgesel yapmış. Eleştireni de eksik olmamış, ama totalde sevilmiş, ben de sevdim, öncesinde saygı duydum. İşte nerden nereye geldim, film san'atı böyle bişey, insanı alıp ordan oraya savuruyo, savrulurken ne öğrenebilirsem kardır dedirtiyo.

- Bi de ters Nazarin afişi var, bunu görmeyeni dövüyolar zaten. Afiş niye ters, ben onu bilemedim işte, onu bileydim iyiydi. (o son üsküdara giderkeni izlemez olaydım).

Başka da dikkatimi çeken bişe olmadı, zate bunları da kim olsa görür, öyle nihat beyan..Tırıvırı şeysinden öğrendiğimi de paylaşiym giderayak, (demişken Ankara Sanat Tiyatrosu giderayak güzel bi oyunmuş, izlemek ilazım). Filmdeki zengin adamı canlandıran Andre Wilms'in fince namına bişey bilmediğinden mütevellit sessiz çekilmiş film, kendisi Le Havre'da da oynadı, ya zaten AkiKa'nın sevdiğim bi yanı da, her filminde aşina yüzlere rastlama ihtimali. Öyle seviyo ki oyuncularını, belli, hiç ayırmamış yanından, figüranlar bile tanıdık. Başka bi zaman Le Havre'dan da bahsetmek dileğiyle- ki o da  The Renegades'i tanıma vesilesi olmuştur- gelsin Matelot:





                                                            





19 Ocak 2011 Çarşamba

Picnic at Hanging Rock (1975)

The Way Back ile gündemde olan Peter Weir'in beni izlerken hipnotize eden filmi desem yeridir. Pikniğe giden bi grup kız altı üstü, içlerinden bikaçı bi de hocaları kayboluyo, ne olduğunu bulamıyolar. Konu bu kadar, taş var kaya var ama nasıl anlatıcağımı bilemediğim bi havası var filmin..



Zaten Peter Weir'in filmlerine bakınca aaa bunu da mu o çekmiş, vaynasını vaylarnasını dedim bi süre, böyle birbirine hiç benzemeyen kıral filmler, bi de az geldiler gözüme, olanların da hepisini izlemek lazım didim, fearless var sırada bakalım..

Bu filme tekrar dönersem, kuşkusuz yoğun bi müzik kullanımı var, filmin kendine has havasını yaratması açısından gayet yerinde olmuş da ben tırstım biraz, nedensiz bi tırsaklık, kızlar bi değişik, ettikleri kelimeler daha bi ilginç..Filmde bikaç kere tekrar edilen "All that we see or seem is but a dream within a dream" Edgar Allan Poe'nun bi şiiriymiş dese ya biri, ben de bu gerilimin mistik asörtik havanın kaynağını bileyim biraz..


A Dream Within A Dream
Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you now,
Thus much let me avow-
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.

I stand amid the roar
Of a surf-tormented shore,
And I hold within my hand
Grains of the golden sand-
How few! yet how they creep
                                                               Through my fingers to the deep,
                                                               While I weep- while I weep!
                                                               O God! can I not grasp
                                                               Them with a tighter clasp?
                                                               O God! can I not save
                                                               One from the pitiless wave?
                                                                Is all that we see or seem
                                                                But a dream within a dream?







mark linkous (1962-2010)




bu dünyadaki mesaisine kendi eliyle son veren; keşke, huzur, yalnız, umut, belki, hüzün, karanlık, hayal'li cümlelerin insanı..




http://www.sparklehorse.com/
http://www.tramvayduragi.com/please-don%e2%80%99t-take-my-sunshine-away/

29 Haziran 2010 Salı

Ölü Adam ve filmleri

Ölünün arkasından kötü konuşmayacağım, hepsi de güzel leziz filmler, son izlediğimden geri geri gidicem, malum en taze anılar sonuncudan.

Shane Meadows’den Dead Man’s Shoes (2004), bi çıtlatmıştım, This Is England’ı izleyip hazzetmemiştim kendisinden, halbüsi ordaki minik fırlama negzel oynamıştı. Control’deki ufak ama etkili oyunculuğuyla bu kimmiş yauv dedirten Toby Kebbel’in peşinden giderek izlediğim ve Toby Kebbel’i bir kere daha takdir etmeme sebep film oldu bu. Özürlü kardeşinin intikamını usul usul alan  Paddy Considine senaryoya da el atmış. Multi-yetenek bi bünye daha, fotoğraf-müzik-sinema  vs.  üretmiş hep, biz napalım evrakla kitapla uğraşalım daha, kadere isyanım var. Toby ile Paddy’nin ortak noktaları ise ikisinin de Joy Division menajerini oynamış olmaları (Control—Toby, 24 Hour Party People-Paddy)
Neyse, bi grup ingiliz serserinin, kendini bilmez keş ayyaşın spastik bi bebeyle dalga geçmeleri sonucu teker teker şatdavn edilişinin hikayesi, LSD’li çay içtikten sonraki haller görülmeye değer, bi de elephant man mevzusunda eğlendim bayaa, bak halaa elephant diyo..

Diğer film 50 Dead Men Walking (2008) kendisini çok yakın öyle böyle diil baya yakın takibe aldığım Jim Sturgess’in arz-ı endam ettiği gerçek bir hikayenin anlatıldığı Belfast aksanlı bi güzel film. Ben Kingsley’in saçları var üstelik, Jim’e de bi bıyık kondurmuşlar. IRA ile İngiliz Polisi arasında kalan bir ajan hikayesi, The Departed’da Di Caprio’nun hissettiklerine paralel bi psikolojide, yusuf en yakın arkadaşı. Ortam feci çünkü, zaten sonunda “tight” mış (hain anlamına gelen bi kelime bu mudur emin değilim) bu düşelim peşine diyen IRA liler yüzünden hayatı kovalamaca olur çıkar, tam da ikinci bebesiyle yüklüyken evlenemediği karısı. Karısıyla ağlaştıkları sahne ile Ben Kingsley’e çemkirdiği sahne tekrar tekrar izlenesi.

Protestanlara çalıntı mal satarak geçimini sağlayan bir Katolik iken kahraman olmaya ikna olan biri Martin, filmde de belirtildiği üzere yaptıkları 50'den fazla kişinin hayatını kurtarmış, filmin adı manidar bu anlamda. Filmde patlayan beyaz minibüsün plaklası PKK, tesadüf mü artık neyse ne, bu da manidar olmuş.  Jim Sturgess aksan işlerinde de yapacağını yapmış diyollar, diyorum ya yürüyen yetenek kendisi. Burada bi parantez açıp Crossing Over'da uydurduğu İbranice duayı okuduğu sahne negzeldi demek istiyorum, kapadım parantez. 

Bir diğer ölü  adamlı film daha:  Dead Man Walking (1995). Tim Robbins yönetir, Sean Penn’in döktürür. İdam mahkumunu canladıran Sean Penn’e rahibe rolünde Tim Robbins’in eski yavuklusu Susan Sarandon eşlik eder. 



Sonlara geldim, filmler hakkında söyleyeceklerim de azaldı, hafıza ne pis bi şey, hiç unutmayacakmışsın gibi gelen şeylere bi bakmışsın uçup gitmişler, bendeki balık hafızalılık sorunsalından da kaynaklablir bu pek tabi..Bu son ölü adamlı filmi nerde izlediğimi çok net hatırlıyorum, kuzende misafir konaklamasında uykusuzluk neticesinde başvurduğum film izleme seanslarından birinde denk gelmiştim yıllar önce, güzel filmdi diye aklımda kalmış: Jim Jarmush’dan  aynı yılın mahsulü Dead Man (1995). Johnny Depp’in karakterinin adı William Blake, kızılderilinin adı da Nobody’ydi, Iggy Pop’un da bir rolü vardı.  Johnny Depp katip mi desem, muhasebeci mi desem öyle bi şeydi, trenle yolculuk ediyodu. Pek net hatırlayamasam da Jarmush ustanın göndermeleriyle dolu olduğunu bildiğim, değişik, siyah beyaz güzel filmdi vesselam.. 



(aynı dakikalarda: ispanya-portekiz maçı devam eder, portekiz ilk golünü yer..)

1 Haziran 2010 Salı

Across The Universe (2007)

Bi önceki yazıda iki film demiş bulundum ama gerçek hayatın sanalına müdahalesi sonucu yarıda bırakıverdim yazıyı, hak geçmesin deyü öbür filmden de bahsedicem biraz..Ana hatlarıyla anlattım zati, Beatles şarkılarıyla bezeli rengarenk bi film, şarkıları da oyuncular seslendirmiş.Zencisi, çekik gözlüsü, kızılı, lepiska saçlısı, kestane gözlüsü derken benetton katalog çekiminden dönüyolarmış hissi uyandıran çeşitlilikte bi oyuncu profili var. Esas kız (Evan Rachel Wood) oyunculukta cortlamışsa da, sesi kaşı gözü yerinde, bi magazinsel bilgi kendisi Marilyn Manson'un nişanlısı, allah tamamına erdirsin ne diyeyim.

(en sol: Jim Sturgess, en sağ: T.V. Carpio-bıdık çekik, ortadakileri tahmin edin gari)


benetton katalog çekimi

Böyle rengarenk oyuncular, dadından yinmez şarkılar, Joe Cocker, Bono, Salma Hayek gibi selebritiler derken bi baktım ben bayaa sevmişim bu filmi. Yönetmeni Julie Taymor da pek az film çekmiş, Titus ve Frida var bi de. Helen Mirren'lı 4. projesi şekspir oyunu uyarlaması The Tempest ise yolda imiş.

Filmde bi takım olaylar dönüyo elbet, babasını ararken aşkını bulandan karşılıksız sevip kendini odaya kitleyenine, askere gitmemek için pamuk yutanından, konserde atışıp ayrılan sevgililere kadar sürüp giden bi silsile var, o anki konuya göre de bi beatles şarkısı patlatıyolar hemen ki, gözü kapalı da izler insan filmi, öyle güzel. En bi güzelleri ise Jim Sturgess adlı yürüyen yetenek tarafından seslendirilenler (All My Loving, I've Just Seen A Face, Strawberry Fields, Revolution, Something..), ama diğerleri de gayet başarılı. Misal bıdık çekik gözlünün söylediği I Want To Hold Your Hand, filmi çekilse de Kurt Cobain'i oynasa dediğim Joe Anderson'un icra ettiği Hey Jude, Happiness Is A Warm Gun, hep beraber çığırdıkları Dear Prudence, ya aslında seslerin hepsini beğendim gibi bişey, bi tek Dana Fuchs'unkiyle bi alıp veremediğim var, Janis Joplin'e yaklaşmış filan diyenler var, ben diyemiyorum.


 
İngilizcenin de her iki aksanlı hali var, sanırım ben biritiş inglişi daha bi seviyorum, suya vota diyolar, hastasıyım. Control'de de arz-ı endam eden ingiliz Joe Anderson amerikalı Max oluvermiş filmde, Jim ingiliz kalmış, kalsın iyi o öyle.



Hah, gelelim Jim'e..Aslında müzisyen imiş, şarkı yazan, söyleyen, gitar-piyano-davul çalan bayaa bayaa müzisyen, kader yuvarlaya yuvarlaya benim bilgisayarımın filmler klasörüne kadar getirmiş, tabe filmdeki şarkıları dinleyince müzisyen olduğuna pek şaşırası gelmiyo insanın, ama ben gene de biraz şaşırıcam, kıskanıcam, 10 parmağında 40 yetenek olur mu bi insanın ya, hee bi iki şarkı söyledi iki oynadı hemen yetenek abidesi oldu, eli yüzü pek düzgün ondan olmasın bu hararet diyene, Fifty Dead Men Walking'i izle, şurdan da şarkılarını dinle de gel demek istiyorum: 

http://www.myspace.com/officialjimsturgess 

tamam eli filan da düzgün:


21'i vakti zamanında izleyip de Kevin Spacey'ye rağmen yarıda bırakmış idim, tekrar izlettirdi sağolsun, ama The Other Boleyn Girl'i hiç izleyemiyciğm, halbüsi Eric Bana, Natalie Portman, Scarletto filan da var ama yok ya izlemem. Heartless da biraz tırt gibi, şarkısı güzel ama. The Way Back'i bağrıma bastım şimdiden, bir Peter Weir filmi imiş ki, saydım da geldim 14 filmi var, son filmini 7 yıl önce çekmiş, birazını sayıyorum: Truman Show,Dead Poets Society, Green Card. In Bruges sayesinde sempatiyle yaklaşabildiğim Colin Farrel, Body of Lies-Sherlock Holmes ve henüz izlemediğim Kick-Ass'de görüken benim Body of Lies'da uzun bi süre Andy Garcia sandığım karizma Mark Strong ve de Ed Harris de var kadroda. Biraz beklentiye girdim, girmeyeydim iyiydi ama artık çok geç.

Jim'den bahsediyodum konu dağılmadan bi magazin haberi daha veriym, konuştuğu kız  Bulletproof'la tanıdığım La Roux grubunun kızlarından synthesizercı olanı: Mickey O'Brien. Bu vesile ile La Roux'un mezkur şarkısının da bulunduğu albümü de dinlediğimi ve beğendimi belirtir, aşağıda bu çiftin beraber icra ettikleri ve Heartless'ın yönetmeni Philip Ridley tarafından yaratılmış aynı isimli şarkıyı beğenilerinize sunarım.
Saygılarımla,
 

29 Mayıs 2010 Cumartesi

2007'den 2 leziz film: Control, Across The Universe

2007 yılında ben ne yapıyodum aceba da bu filmleri kaçırmışım diye düşününce aklıma gelenler: dersler, sınavlar, kütüphaneli günler, masa lambası ışıklı geceler, mülakatlar vs..Bi kaldırsaymışım kafamı daha erken görebilecekmişim olanı biteni, neyseki bu cahil vaziyetime son veren kıral bi dostum var, burdan kendisine en içten selamlarımı yollar yanaklarından öper, saçlarından çekerim.
                 

İki film: her ikisi de bolca müzikli, birinde The Beatles (oyuncuların kendi seslerinden) diğerinde Joy Division (bizzat Ian Curtis'den)  şarkıları var.  Her ikisinde de genç, yağuşuklu, yetenekli brit aktörler başrolde: Sam Riley (Control), Jim Sturgess (Across The Universe), başlıktan da belli ikisi de 2007 yılının mahsulü filmler. Joe Anderson her iki filmde de var.Öte yandan, biri gerçek, diğeri kurgu; biri siyah beyaz diğeri renkten renge giriyo; biri hüzünlere garkederken bünyeyi diğeri evet güzel günler göreceğiz güneşli günler diye sayıklatabiliyor.

Control ile başlayayım, önce bi resim bulayım:
Ian Curtis ve bittabi Joy Division konulu ve elbette oldukça bas, siyah beyaz, çektiği harika Depeche Mode klipleri ile kendisine aşina olduğum Anton Corbijn imzalı, hüzünlü, gerçek bi seyirlik. Anton Corbijn filmi renkli çekip, sonra siyah beyaz yapmış, böylelikle daha keskin, daha pürüzsüz bi görüntü elde etmiş, işini bilirsin sen Anton. Aşağıdaki resmi bana gösterip hangisi Ian  hangisi Sam deselerdi bilemezdim, çünkü Ian Curtis  çok farklı, nerdeyse hipnotik bas bir sesti benim için, ne o epileptik dansından haberdardım ne de hayat hikayesinden.


İş, aşk, sağlık problemleri derken hayatına son vermiş, yazık olmuş, hem de çok.. Filmde grubun menajerini canlandıran  aktör de takip edilesi bence, Toby Kebbell , This is England ile kendisinden soğuduğum Shane Meadows'un izlemediğim Dead Man's Shoes'unda da oynamış, kısmetse izlerim belki kimbilir. Bu kadar yazabilicem ya, karşı apartmanın yeni evli kırşehirlisi ve hemşerilerinin düğüne sokakta, kaldıkları yerden devam etmeleri ve beni aşağıda oynayan kardeşimi pencereden izlemeye çağırıp duran annem yüzünden dikkatim dağıldı. Ian Curtis'in harika bas sesinden bağlamanın bet elektro sesine ani bi geçiş yapıyorum mecburen..

29 Nisan 2010 Perşembe

The King of Comedy (1982)

eskiden bi defterim vardı filmleri yazdığım, hala var ama buraya başladığımdan beri sallamaz oldum kendisini, bi film ödünç alıyorum izniyle:

"Robert De Niro'nun alışılmadık bir karakteri canlandırdığı medya eleştirisi bi film. Rupert Pupkin komedinin kralı Jerry Langford'a (Jerry Lewis: the king of comedy bizatihi kendi lakabı imiş) hayranlık ötesinde sapkınlık derecesinde öykünmektedir. Evini bi stüdyoya çevirmiş, kendi yarattığı gerçekliğinde komedinin ustası/kralıdır ama aslolan gerçeklikte bir loserdır.



Masha ise aynı sapkınlıkta bir Jerry tutkunudur ama sapkınlığın ekseni cinselliktir. Bu iki aykırı hayran Jerry'i oyuncak tabanca ile kaçırarak kısa süreliğine de olsa varolan gerçekliği yarattıkları gerçeklik ile değiştirirler. Rupert televizyona çıkar, bardaki esmer hatuna havasını atar; ancak Masha hayallerini Rupert gibi "gerçek"leştiremez, Jerry elinden kayar gider. Filmde Jerry Lewis soğuk, donuk bi karakteri canlandırırken, Robert De Niro silik, sönük, acınası bi karakteri kuşanmıştır. Bu tarafıyla filmin kendisi de aykırıdır. Ufak bi sahnede Martin Scorsese televizyon yönetmeni olarak gözükmektedir. Film kitlelere diğer MS filmleri gibi ulaşamamış ama eleştirmenlerin favorisi olmuş (Atilla Dorsay'ın tespiti). Belki de izleyici, bu filmdeki eleştiri oklarının bazılarının kendisini hedef aldığını hissetti, belki de sıradanlığını yüzüne vuruyordu ve bundan hoşlanmadı. Kimbilir..Rober De Niro'nun, annesinin seslenmeleri ile bozulan çekimleri, izlemekten en keyif aldığım sahnelerdi. Bi de Ray Charles'ın kadife sesinin fonda olduğu anlardı beni mesteden. Kısaca güzel film." 

demişim mart 2008'de, ne kadar ciddi yazmışım, halbüsi kimseler okumuyo, ben yazıyodum ben okuyodum, ne bu soğukluk anlamadım..

Neyse, Martin ustanın leziz filmlerinden biri, hararetle öneririm.

20 Nisan 2010 Salı

KOSMOS (2009)



Reha Erdem'in filmlerine tepkiler 2 ana grupta toplanıyo sanki..

1- Korkuyorum Anne, Kaç Para Kaç'ı seven ve her filmine bu beklentiyle gidip, filme kötü diyemeyen ama sevemeyen kitle. (Kaç Para Kaç'ı izlemedim ama ben bu gruptayım)
2- Her türlü hastası olanlar, filmlerine başyapıt muamelesi çekenler.

 Nuri Bilge Ceylan ve Michael Haneke fobilerim varken halihazırda, bir de Reha Erdem fobim olsun istemiyorum, ama korktuğum başıma geldi korkarım. Gene beklentilerle gittim (bi önceki için: Hayat Var), gene "yav film iyi ona bişe diyemem, görüntüler filan bi harika, ama uyudum bazı bazı.." dediğim bi film oldu.

Kosmos adlı delilikle dahilik arasında gidip gelen bi hırsızın hikayesi.. İyi oyunculuk çıkarmış Sermet Yeşil ama pek bi teatral diksiyonuyla filme yabancılaştırdı beni, tiyatrocu her halinden belli, ama  film değil de bi tiyatro oyunu izliyomuşum hissiyatına kapıldım yer yer. Beri yandan Nadir Sarıbacak bit kadar rolde bile iyiydi, ya da bende öyle bi kredisi var ki ne yapsa beğenicem.


Filmde çok beğendiğim yerler var,  oceli kısımlar misal..Kosmos konuşurken görüntüde susması, şarkılarda filan yapıyolar bazen ama bi filmde görmemiştim daha önce, yakışmış. Kazın koşaradım yürüme görüntüleri, Neptünle karşılıklı bağırış çağırışları, mezbahadaki ürkünç ama şiirsel pozlar, Kars'ın neresiyse oraları, o taş köprüler, yıkık evler, karların arasından akan dere.. Böyle parça parça bissürü harika şey var filmde, ama bütüne baktığımda eeee diyorum ve bunu demekten hiç hoşlanmıyorum dostum.


Haa Neptün de başarılı bence, sunuculuğundan daha iyi oyuncuyken Türkü Turan, ismi de ayrı bi kıskançlık konusu, pek güzel..İlk filmiymiş, cillop gibi bi başlangış olmuş, tebrik ediyorum kendısını.


Geçen bi dostla çekiştiriyoduk Reha Erdem'i, sonunda görüntü yönetmeni Florent Herry’nin filmografisinde az buz yere sahip olmadığını gördük (bkz: Kaç Para Kaç, Korkuyorum Anne, Beş Vakit, Hayat Var). Florent bi harikasın adamım demek istiyorum. Film altın portakalları topladı, ama keşki diyorum fragmanı kadar güzel olsaydı kendisi de..Neydi o fragman ya, Rachel's imiş o gergin yaylıların icracısı grup, dinlemeye alınası. A silver mt. zion'dan da tınılar varmış, araştırdım da geldim.

Sonu da iyi kotarılmış, çok güzel başa bağlamış film kendi kendini, ama dediğim gibi filmin bütünü değil parçaları asıl beni etkileyen. A Ay'ı da bayaa bi zorlanarak izlemiştim, Beş Vakit duruyo, bi türlü elim gitmiyo. Ek olarak, Yumurtayı izleyip, Süt'ü bekleten, Bal'a biraz daha sempatik bakan bi bünyeyim.

16 Nisan 2010 Cuma

This is it (2009)

Sabah işe gelirken radyoda sürekli maykıl çalmalarından bi işkillenmiştim, hayırdır işallaa, öldü mü yoksa yav diye vesveseli düşüncelerle bilgisayarı açıp da haberleri tıkladığımda biçokları gibi ben de gitti çocukluktan bi parça diye hüzünlere garkoldum..Şokla karışık kederli nostalcili günler geçirdim, sonra sonra alıştım tabi yokluğuna, gömmeyi düşünmüyolar sanırsamlı günlerim de olmadı değil.



This is it'i yeni izleyebildim, akşamları hele ki yemek sonrasını takip eden o yavaş çekim uykulu saatlerdeki film izleme sürem 10 ila 15 dakka arasında değişiyo, bu sefer öyle olmadı, uyumadım kardeş insanı, duyuyo musun beni,  gözlerimin ikisi de açık sonuna kadar 2 saate yakın bişeye konsatre olabildim..4 saat de olsa izlerdim, öyle güzeldi emjey..rip enivicivokkem..

17 Mart 2010 Çarşamba

Acı (2009)


Bi film ne kadar kötü olabilir soruma yanıt Zeynep'in Sekiz Günü'nü fast forward yapa yapa izlediğim için aynı yönetmenin bir başka filmine gideceğimi biletleri kendi ellerimle aldıktan sonra öğrenince bi fenalaştım önce. Konuyu bilmem, oynayanlara bakmamışım, filmin adını yeni öğrenmişim, festivalde türk filmlerine gidelim, hem söyleşisi de varmış derken, bir başka Cemal Şan filmini izlerken buluverdim kendimi.

Ne yalan söyliyim, ilk yarıda bi ara gözlerimi kapadım, evde izliyo olsam ff'liycem filmlerden bir işte bu diye düşünürken içim geçmiş, şimdi eppek peynir olcaktı ki ne yenirdi diye düşünmüş de olabilirim. Derken ara oldu, aboo dedim bi de ara mı var diye sağ yamacımdaki dostuma can havliyle bi döndüm, bi bu kadar daha var he mi..oy oy..Ama ikinci yarı beni utandırdı, filmin temposu ve anlatmak istedikleri kıvama gelmişti, cillop gibi de bi finali varıdı, daha ne olsundu.

Engin Çeber'e ithaf edilmiş bir filmdi, bi meselesi vardı filmin, önemli bi meselesi vardı. Nail Yurtsever elinden çıkma müzikler güzeldi, ama ilk yarıda aynı melodiyi çok sık duyduğumu anımsıyorum hayal meyal.Nesrin Cavadzade'nin ağlama sahnesi gayet başarılıydı.

Ama asıl Erol Demiröz döktürmüş, tiyatrocu insanın hali bir başka oluyir dedirtiyo insana. Sürü, Hakkari'de Bir Mevsim, Yılanı Öldürseler oynadığı bazı filmler. Ankara Sanat Tiyatrosu'nda  yıllarca oyunculuk yapmış, bu da benim cahilliğim.


Filmin sonunda Cemal Şan ve Erol Demiröz geldiler, söyleşi olacaktı. Ama salonda bi gerginlik, arkamdaki bi çocuk "Bu gerginlik asıl acı" diyerek kalktı gitti. Kimse konuşmadı, soru sormadı. Yönetmen ve harika oyuncusu karşımızda, salonun yarısı boş ama, arada da gidenler oldu, biter bitmez gidenler de. Çıkıp diyebilseydim burda dediklerimi, en azından Erol Demiröz'e bi teşekkür etseydim keşke diyorum ama yapamadım, öle sıspıs durdum, genelde böyle dururum ben zaten film söyleşilerinde. Söyleşmem yani, ama söyleşenleri izlerim, zevkli.

Neyse, film güzeldi diyemiyorum, 2. yarıdan sonra kötüydü de diyemiyorum, ilk yarıda pes edip çıksaydım atıp tutardım bi dolu ama şimdi yapamıyorum, bu filmi başka bi yönetmen çekseydi nassolurdu aceba diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Erol Abi mükemmeldin, bi teşekkürü çok gördük ya sana, vicdan azabı duyuyorum. Çıkışta fotoğraf çektirenler vardı, bi an tereddüt ettik ulan makine de var, sonra eski ataletimize geri döndük. Bi yerlerde tekrar karşılaşmak dileğiylen, saygılarımı sunarım.

4 Mart 2010 Perşembe

Renkli sessiz güzel: Tuvalu (1999)


La antena'yla tanıştırsam mı bu filmi, iyi anlaşırlar gibime geliyo. Alman Veit Helmer çekmiş, Esteban'la akran, yok yav tanıştırcam ben bunnarı. Beraber film filan çeker/se-ler belki/keşke, ben de ağzım açık izlerim. Düşler ülkesine yolculuk demişler, pek yerinde.  Ailecek havuzları olan Anton ile babişkosuyla yüzmeye gelen lezize Eva'nın masalsı, fantastik aşkı. Anton ismini pek severim, çocukluğumun güzelliklerinden Der kleine Vampir'i hatırlattığından olsa gerek. Bi geçmişe gidip geleyim ben, güzelmişti o yıllar..
Eva evini kaybedince babişiyle havuza yerleşir, Anton suluboya hayatının aşkıyla Tuvalu'ya kaçma hayallerindedir, ama filmin kötüsü Gregor  peşlerindedir. Filmi önce siyah beyaz çekip sonra renklendirmişler, sessiz dedim ama biraz diyalog var filmde, sessize yakın diyeyim. Büyük Okyanus'ta 9 mercan adasından ibaret mini boy, Türkiye'ye vize uygulamayan sevimli bi ülke Tuvalu. Küresel sıcaklamalar hasebiyle insanları sular altında kalma korkusunda, kalmazlar işallaa. Bu vesileylen Tuvalu için hayır duamı da ettim iyoldu.
Film pek nadide, pek leziz. Anton'u canlandıran Denis Lavant,  Delicatessen/Şarküteri'deki Dominic Pinon kıvamında bi oyuncu. Her ikisi de mimiklerde usta, filmler de bi harika.   


22 Şubat 2010 Pazartesi

Siyah-beyaz sessiz güzel: La antena (2007)


Ya ne tatlı filmdir bu, sessiz sessiz kazmıştı içine düşeceğim fantastik kuyuyu. Şarlodan mütevellit sempatim vardır sessiz siyahbeyazlara, güzelmişti o dönemler, büyüdükçe renklendi kirlendi herbişe.
Arjantinli Esteban Sapir çekmiş, isme bak hele, 80lerde çocuk olmalıymış. Picado Fino/Fine Powder adlı filmiyle beraber hepitopu iki filmi var bu elinden öpülesinin, yani çektiği filmlerin yarısını izlemiş bulunuyorum vaynasını. Araya araya belki bulurum diğer yarısını da, hem insan neler neler buluyo aramayla, kendi yarımızı bile aramaya cüret edebiliyosak heygidi..
Basını-medyayı-teksesliliği/hiçsesliliği eleştirirme işini öyle zarif öyle fantastik öyle keskin öyle eşeğin kulaana bişeyler kaçırmaksızın öyle daha nasıl anlatabilirim bilemedim yapıyo ki bu film, öyle böyle değil, benim için de şöyle böyle diyenler varmış ama hade yüzüme desinler de göreyim. Üstelik 11 haftada çekilmiş, inanmam vallaa yemin et derken bi yıldan fazla postpırodüksüyonladıklarını okuyunca ısrar etmedim. Ya neresinden nesini anlatayım bilemedim ki, en iyisi hiç karıştırmiyim, övmekten sıkılmayacağım hastası olduğum unutamadığım ama anlatamadığım bi seyirlik olsun bu.

gel de sipanyolcayı sevme kelimenin şirinligine de gel bi yandan: pelicula..

18 Şubat 2010 Perşembe

oyuna geldim..

...
"Ülkemiz. Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır." Hani, haritalardaki gibi, değil mi?" "Sözümü kesme. Evet, haritalardaki gibi. Ülkemiz bir haritaya benzer." "Kesikli, yani noktalı çizgiler neye benzer, Hikmet Amca?" "Sözümü kesme dedim. Noktalı çizgiler bir şeye benzemez. Noktalı çizgiler, sınır olarak, sınırlarımızda bulunur. Bütün sınırlar boyunca uzun binalar, çizgileri; noktalar da, bunların arasına yerleştirilmiş bulunan gözetleme kulelerini gösterir. Bunlar, üstten bakılınca, haritalara benzer. Uzun binaların ve kulelerin damları kırmızı olduğu için, sınırlar, haritalarda kırmızı çizgilerle gösterilir. Biz, bu sınırların içinde kalırız. Bundan başka, ülkemizin dört bir yanı, köylülerle çevrilidir. Köylülerle çevrili ülkemizde birçok ürün yetişir. Çeşitli iklimlerin kaynaştığı ülkemizin Akdeniz bölgesinde maki denilen kısa boylu, tıknazca fundalıklar yetişir. Sulak bölgelerde ormanlar yetişir, pirinç yetişir. Ayrıca bir de güneşi olan bölgelerde meyva yetişir. Ülkemizde, eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir; ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Bu beşikte birçok medeniyet sallanmıştır, birçok medeniyeti uyutmuşuzdur. En son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir. Bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde buğday yetişir. Fakat ülkemizde en çok yetişen köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. Köylü  bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür, erken meyva verir. Kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. Satırbaşı. Ülkemizde dağ vardır, ova vardır, akarsu vardır, tepe vardır, girintili çıkıntılı kıyılar vardır, çakıl parçalarına ve kuşlara benzeyen göller vardır, ağzını açmış sivri burunlu ve kuyruklu bir kurbağaya benzeyen bir iç denizimiz vardır, yeşil düzlükler ve kahverengi yükseltiler vardır. Bu görünüşüyle ülkemiz, ilk bakışta başka ülkelere benzer. Bu bakış, kuş bakışıdır. İlkbaharda ülkemiz yeşillenir, sonbaharda eski bir harita gibi sararır, solar. Satırbaşı. Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Kuru üzüm ve incir yetişir. Önce ıslak yemişler yetişir. Onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. İngiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. Biz o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeğe çalışırız. Son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanısıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke göndeririz; teşekkür gönderirler. Binzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz, dışülkelerdeçalışanyabancılaristatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler."
...
                                                                                          Tehlikeli Oyunlar (s.110-111-112)
                                                                                             Oğuz Atay (1934-1977)

16 Şubat 2010 Salı

Caché (2005)

Bende Haneke fobisi var (benzeri için bak: Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk, Elif Şafak..) Kuzen ve beyiyle beraber kurdun gününü (Le temps du loup) izlemeye koyulduğumuz o nallet günden beridir var bende bu, aşamıyorum, korkumla yüzleşmek içindir ki geçen bilgisayarımın dehlizlerinde rastlayınca bu filme çift tıkladım gitti. Halbüsi talebeliğimin sineması kavaklıderede izlemiştim Funny Games'i , nasıl da zevkilen gerim gerim gerilmiştim. O zamanlar toyluk var tabe tutmamışım aklımda yönetmenin adını sanını, nerde kaldı Ulrich Mühe..Sonradan Haneke filmi olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım bi de cahil cahil. Funny Games gibi cillop bi film çekmiş olması gerçeği bile yetmedi yetemedi Haneke önyargımı yok etmeye.
Caché'ye gelirsek: şimdi bi çift var ki, oyuncular Juliette Binoche ve Daniel Auteuil, vay be dedim, güzel bi seyirlik geliyo hazır ol, Haneke affet beni haksızlık etmişim sana diycem dilimin ucunda kelimeler. Bu çifte, neydiği belirsiz muhteviyatı itibarıyla gözlendiklerinin delili bitakım kasetler (VHS), bi çocuğun elinden taze çıkmış görünümlü  kartlar gelir. Beklenmedik kapı zilinden bile tırstıkları için böyle şeyler haklı olarak polise gitme sebebi, ancak dertlerine derman bulamazlar. Koca film geçiyo, kasetler kartlar havada uçuşuyo, adamımız bi kasetteki ipin ucunu takip ede ede zamanında anababası öldürülen, bu olayın akabinde evlat edineyazdıkları ama  kan kusuyo bu çocuk iftirasıyla müspet geleceğine taş koyduğu cezayirli hizmetkar çocuğuna ulaşır. Bu bebeye attığı diğer iftira da kafasız horoz çırpınışlarında saklı/hidden/caché. Şimdi frenk ellerinde horozun anlam ve önemi konulu bi alt metinsel çıkarımsal şeyler yazabilmek isterdim, işte belki de bunu yapamadığımdan zevk alamadım bu filmden.


Neyse cezayirli bebe bulunur, zaman onu göbekli bi kaybedene döndermiştir, bir de oğlu  vardır. İşte burlarda bi yerde bi intihar sahnesi var, ne yalan söyliyim hopladım yerimde, yorganı çekmiş yatarak izlediğim için içimden hopladım, lalalala noliy diye bi bocaladım, sonra nassı çekmişler aceba, tek seferde becerebildiler mi, beceremedilerse o duvarları silip silip bi daha mı çektiler, filmcilik zor zanaat be  hacı  diye bence önemli bir başkasına göre gerzekçe olabilecek bi takım meselelere kafa yorduğumdan filmin gergin dramatizminden kopmuş bulundum. Biraz daha izledim, anam sonra bi baktım yazılar akıyo ekranda, bitmiş film pii, bişey kaçırdım herhal diye başa aldım biraz, abooo bitmiş vallaa. Bavyeralı michael, bana bunu da yaptın ya, Das Weisse Band'ı sittin sene izleyemen artık. Tükürdüm dilimin ucunda tuttuğum kelimeleri.
Sonunda, eenolduşimdi/neydibuya dediğim filmlerden hazzetmiyorum, ya da hazzetmediğim filmlerin sonunda eenolduşimdi/neydibuya  diyorumdur bilemiyorum (benzeri için bak: Yumurta, Mayıs Sıkıntısı, İklimler..) Ben Hanekenin sallamadığı,  kasetleri kimin hazırladığını bilmek isteyen pragmatist, izlediği filmden zevk almak isteyen hedonist  tayfadanım belli ki,  beni tırtlamayanı ben hiç tırtlamam. Ama ev güzel, yatak odası düdük kadar,  mavi mavi döşemişler erkek bebek odası gibi ama olsun, kitaplarla kaplı televizya güzel, peynir rendelemece+kırmızı şarap içmece güzel..

tırıvırı: Georges'un çıktığı sinemada görülen afişlerden biri tanıdık: Kötü Eğitim/La mala educacion (2004) ki Gael Garcia'ya rağmen bayıldığım bi film değildir, Pedro Almodovar 10 yıl çalışmış filmin konusu üzerine, yok yav bi yerde bişeyleri çok pis kaçırıyorum ya neyse..

30 Ocak 2010 Cumartesi

Leningrad Cowboys Go America (1989)

Bi filmi sevdiysem yönetmenine de kanım kayniy, diğer filmlerini merak ediyorum heman, becerebilir de izlersem başka işlerini bazen hastası oluyorum bazen de tek filmlik bi balonmuş diyorum kendi çapımda, pii balona bak, bi iğneye bakar diyorum. Aki Kaurismäki onlardan diil elbette, hastası olduklarımdan, Ingmar Bergman mertebesinde değil gözümde henüz ama az kaldı. Bi de öğrendim ki Jim Jarmush'la (JimJar diycem bundan sonra, okumaz hem bunu) da dost imiş, ohh dadından yinmez oldu. Bikaç tesadüften belliyli böyle bi kınnekşın olduğu, JimJar'ın Night on Earth (1991) adlı nadide eserinin Helsinki kısmısında Aki Kaurismäki'nin (AkiKa diye kısalttım gitti) kıdemli aktörü Matti Pellonpää' yi Mika suretinde (Aki ile Mika kardeşlermiş) gördüğümde bi işkillenmiştim, meğer o kısmı AkiKa çekmiş. Tevekkel didim kendi kendime. Sonrasında şimdi anlatmaya yeltendiğim filmi izleyip, JimJar 'ı da burda araba satıcısı suretinde görünce tamam dedim, oldu bu iş. Roberto Benigni'yi de bi AkiKa filminde göresim var, varsa da böylesi benim haberim yok.

Başlıktaki filme gelirsem, aslında bi batında 3 AkiKa filmi pirocem varıdı (vay be piroce filan demeye başladım, yakında prodüksiyon neyin de yaparım, ben pirodüktüm oldu valla) ama baktım bu dağınıklıkla yapamıycam, bi yerden başliym dedim de aldım elime lö kılavyeyi, ama hala bi yerden filmi anlatmaya başlayabilmiş değilim, dağınıklık derken ciddiyim.



Rus menşeli, garip kılıklı (o saçlar ve ayakkabılarla bi penguen türü diyebilirim), absürt karakterli bi grup  müzisyenin şöhret olma amacıyla amerikaya doğru seğirtmelerinin filmi: Leningrad Cowboys Go America. Ulaşırlar  rüyalar ülkesine, ama işte ulaşana kadarki kısım tam filmlik.

İçlerinden bi tanesi hakkın rahmetine kavuşur sanki, ama yabancı ülke yasaları izin vermez onu gömmelerine, Leningrad Cowboys (LC) nereye, o da oraya. Tabutu hem meftayı hem biraları soğutan buzla doldurmak suretiyle buzdolabı değil adeta buztabutu olarak kullanırlar, daha doğrusu grubun çakal lideri (kendisi Matti Pellonpää'dır, şaşırmadım) kullanır. Bu yolculukta yolları bi meksika düğününe düşer, arabaya sığmadıkları için bagaja koltuk atarlar. Bu düğünde ölü arkadaşları, başından beri kendilerini özenerek takip eden ezik eleman ve viski sayesinde canlanır, üstelik sahnede, başlar sazının tellerini tıngırdatmaya. Yeri gelir biz fakiriz yazısıyla dilenirler, yeri gelir donuklukta kendilerinden eksik olmayan kitleye musiki icra ederler, rock&roll   kitaptan öğrenilmiştir, tıpkı ingilizce gibi. Bu yolculukta, golfstreama kapılıp amerikaya sürüklenen kuzenlerine rastlarlar, her işte bi hayır vardır..Hapishanede teneke kutularla haddinden güzel müzik yaparlar, kıymet bilmeyen gardiyan kulaklık takar ama.

Neyse, böyle anlatınca absürt olmadı pek, izleyince öyle ama. Saçma ama güzel, güzel ama komik, komik ama akıllıca, akıllıca ama saçma..Ama parantezine alıp, sadeleştirme yaparsam sonuca ulaşabilirim sanırım. Matematiğim iyiydi bi vakitler, yeminlen..

Film filan dedim de, böyle bi grup gerçekte de var, finlandiya menşeli. Gerçek ile film arasında kesin bi çizgi çekmiş gibi oldum, keşke olmayaydı öyle bi çizgi, filmlerdeki kafalar gerçek olaydı..Şu şekiller kendileri:


Tek filmle kalmamış elbette LC maceraları, daha başkaları da var, mesela, örneğin. İzlemedim hiçbirini ama meraklardayım.Sevdim ben bunları..

Alakasız ama aklımdayken demeden geçemiycem: Body of Lies daki leo dicaprio sanadır sözüm:  insan bi selamünaleyküm demeyi öğrenir, arapça biliyorum, siyasi danışmanım diye havanı atıyosun filmde ama işte ağzında geveleyince  aleyküm kısmını filmin film olduğu hemen anlaşılıyo, olmuyo, yakışmıyo sana..

14 Ocak 2010 Perşembe

Otobüs (1974- imdb'ye göre 1976 olmadı 75'te anlaşalım)




Çok eskilerimde kalmıştı bu film, özlemişim, tazeledim de geldim. Tunç Okan'ın hepitopu üç filminden biri Otobüs, ilki. Tahmin etmek çok da zor olmasa gerek, bi otobüs var filmde, içi dolu kuzucuk. Otobüsü tee memleketten elin şıtokolmünün meydanının ta ortasına parkedip çekip defolup giden, boynu altında kalasıca bi çakalımız var.. İş, aş, dolaylı eş vaadiyle kandırdığı safımbenimlerden cukkaladığı paraları (bozukluklarına kadar sömürür vijdansız, bi tanesi diliyle ıslattığı kurşun kalemiyle not alır ne verdiğini, off, yazıktır ya günahtır beaa) yiye yiye oranın en dandik rospikleriyle yer..Rospikler ama onlar da çakalın önde gideni, hele o gözlüklü tontiş yok mu (var), saat çıkarıp kurdu bi de iş arkadaşının mesaisi başlar başlamaz.. Fazla mesai yapmak zorunda kalmadılar neyse ki. Aziz Nesin'in filme yorumu:
Bu film çok saçma, ben milletimi bilirim, o kadar Türk bir otobüste İsveç'in ortasında 1 hafta kalacak ve dışarı bile çıkmayacaklar, o kadar zamanda o Türkler dışarı çıkar 3-5 sarışın hatun düdükler iki de kebapçı dükkanı açarlar.
Valla ben duymadım, söyleyenlerin yalancısıyım. Yalan iyi bişey değil ama işte bazen lafın gelişi, geldiği gibi gidişi insanı yalanla kanka yapabilir, insanız hepimiz. İyi de var kötü de içimizde, bigün yiniz sonra bi bakıyoz hooop yang oluvermişiz. Böyle doğamız, değişken delişmen..yeşilmen vardı bi de yelizinden.
Filmin konusu keklenen garipler ve kekleyen çakallar olarak özetlenemez ama ben özetledim geçti artık. Çakalı da kekleyen daha çakal biri çıkar elbet bigün, karma dünyası, rüzgarı ekiyosan fırtınasında ay şapkam uçtu vay eteem havalandı demiyceksin. Etekle şapka da nepçim olmuş, git değiştir hacı. İşte otobüs meydanda kalır öyle, bayaa bildiğin meydan..

Sarışın parlak bi polis gelir, ya da zabıta ya da meydan bekçisi bilemiyorum artık, eldivenli elleriyle zorlar ama açamaz külüstürün kapısını, içerdekiler bu sırada yusuflardan yusuf beğenir. Akşam olur, yavaş yavaş inlerinden çıkarlar, temel ihtiyaçları sırasını bozmadan karşılamak gereklidir. İçlerinden biri kaybolur (ne de özenli taramıştı seyrek saçlarını), tünediği yerde donar, düşer arkaüstü..Pek fena sahnedir, belki abartıdır ama etkili midir, bence evat. Tunç Okan kendi de oynamıştır, geleceğe dönüşteki çılgın pırof kılıklı bi isveçlinin yanaşması olarak bi gece klübüne gider, orda gördükleri yüzünden dellenir. Bu karakter, arada pamuk tarlasında çalışan işçi görüntüleri görür hep zaten. Bi şok yaşıyodur kesin, kültür mü artık neyse bişey var. O da zayi olur maalesef.
Sürreal sahneler de var (sürmanşet var, bi de sürklase o da güzel), maskeli tipler kovalamaçlar filan. Oralar biraz denişik, tuvaletteki eleman var artık junkie midir nedir günahı boynuna, pek bi uğursuz. Bizimkilerden birinin kara kaşına kara gözüne baka baka konuşur ama iletişemez. Otobüs hala meydandadır, ertesi gün olur. İki eksikle otobüstedir herkes, üşümüşlerdir çok, ama bıraksan sanki orda yaşlanmaya hazırlar gibi bi halleri de vardır. Yetkili isveçliler bu sefer açabilirler otobüsün kapısını, sorarlar kimsiniz nesiniz diye; susarlar, bakarlar..bakarlar, susarlar. Ta ki herbiri otobüsten, oluşturdukları yekvücuttan birer birer kopartılan uzuvlar gibi çekip çıkarılana dek.


Gurbetlik zor zanaat, acıklı mesele. Ekmek paran için vatanından kopmak fena; hade koptun, ekmek de yalan olduysa daha da fena. Diş doktoru Tunç Okan iyetmiş de çekmiş bu filmi, özel film, güzel film. Bir kere izlemeyle yetinmem. Benim kriterim de bu işte, bi daha izlemek geliyosa içimden çok iyidir o film bana göre. Biraz tırt bi kriter, bilimsellikten uzak filan ama iyi kötü kriter, ya hiç olmıyaydı.

kendime not: balkız var bak, onu da yaz bi ara.

8 Ocak 2010 Cuma

Yazı Dizdim : Sidney Lumet - 12 Angry Men (1957)



Yazı dizime geri dönüyorum bu yazımla. Sidney Lumet'in ilk filmi, 12 kızgın adam, içlerinden bi tanesi o kadar da kızgın değil ama, çok daha aklıselim, elini vijdanına koymuş, matematiği guvvatlı, kendinden emin, ikna kabiliyeti yüksek, karizmatik (sonradan değil doğuştan). Henry Fonda'nın canlandırdığı 8 no.lu jüriden bahsediyorum. Filmin konusundan detaylıca bahsetmiycem bu sefer, sonunu yazsam yeter :p , yok yav onu da yazmıycam bu sefer.

Bi odada 12 adamın etrafında dönen epi topu 96 dakikalık bi film, ama ne film..Oyuncular teker teker döktürmüşler. Şu anda hayatta olan tek jüri 5 no.lu olanmış. Sidney Lumet'in de alameti farikası olmuş sonra mahkemeli filmler. Ben başka mahkemeli bi filmini izlemedim, izlesem iyolur gerçi, yazı dizimin malzemeleri azalıyo birer birer..

Bir çocuğun hayatı bu 12 kişiye bağlı, oybirliği ile almaları gereken karara bağlı. Bu karar sürecinde sürüklenip durdum filmin sonuna kadar. Sanki bana da bi iskemle çekmişler gel burda otur da izle demişler.
Sonraları bi rus versiyonuna denk geldim: 12
Yönetmenine bakmadan izlemiştim, meğersem kendisi daha önce Julia Ormond'a rağmen bana sıkıntılardan sıkıntı beğendiren Sibirya Berberini çeken Nikita Mikhalkov imiş, bilmediğim iyi olmuş, belki de vazgeçerdim izlemekten, böyle de kinciii haseet nalleet aksiii bi şeyim işte..
Neyse rus uyarlamasını da beğendim ben. Hikaye aynı minvalde ilerliyor, jüri dediğimiz topluluk bi okulun spor salonunda karar için kıvranıyolar..Bu seferki sanık çocuk çeçen, rus olan üvey babasını öldürmekle suçlanıyor. Haliyle arada rus-çeçen savaşı ile ilgili kısımlar var. Ama 12 Angry Men gibi bi kült filmin ardılı olmak kolay değil, bi ağız bükme payı bırakıyo film.

Böyle tek bi yerde geçen filmleri düşündüm de şimdi, bak seen düşünebiliyosun demek, işte zorlarsam oluyo bazen, aklıma Rope geldi. Ne güzel ince ince gerer insanı, çok konuşma vardır, iyi kafa yordurur, ip çıktı la, olm yemek yiyollar ölünün üstünde ne midesizlermiş diye diye zevkle izlenir. Hitchcock'un ilk renkli filmiymiş. Bu yazı yazma işi iyi oldu ha, bi yandan yeni yeni şeyler öğrenir oldum.

Bi de The Man From Earth var dee mi yav, bana filmi verenden aldığım gazla nasıl şişirdiysem beklentileri artık öyle patladı film elimde. Pek sevemedim demek istiyorum da lafı dolandırıyorum. Sanki sınavdayım da bilmemkaç kelimeden aşşaa yazmayın demişler gibi sündürmenin alemi yok, hemen başka şeye geçiyorum da neye geçecektim laf kalabalığından unuttum.



Hah hatırladım, şimdi rus, tek mekan filan demişken bi filmi daha paylaşıp kendimlen vedalaşıcam. Rusya'daki pek kıral bi müzede geçen bi film kendileri, bayaa bi koşmuştum peşinden, o da pek bi nazlanmıştı, şapşal şey benden daha iyi bi izleyici mi bulacaktı, iş olsun, neyse elde edince ben bunu hevesim kaçtı, izleyemedim bi müddet, sonra bi ara hatırladım dur ya o kadar uğraştım bi izliyim bari diye, onda da tamamına eremedim, hala aklımdasın ama bebeyim elbet bir gün buluşacağız. Aleksandr Sokurov'un tek sekanstan ibaret Russian Ark'ından bahsediyorum (Russkiy Kovcheg). 99 dakika başladığı gibi tek planda bitiyo, iddialı bi şey çok. Heyecanlandırıyo insanı, manyak şey..





Related Posts with Thumbnails